29 Ocak 2011 Cumartesi

We are the BEST Fenerbahçe!



Ne güzeldi, akşam oynanacak maç için 11'de girerdik içeri. Sette Arap Erkan otururdu o meşhur sarı ceketiyle. Akşama kadar tribünde vakit geçirirdik, yanımızda getirdiğimiz salkım salkım üzümleri, ekmek arası sandviçleri yerken. Bir kaç saat boyunca yeni besteler söylenirdi karşılıklı. Anlaşmazlık olduğunda "Yaz da gönder" diye bağırılırdı. Sonra, takım sahaya çıkardı; müthiş bir gürültü içerisinde. Tabi bu gürültüler anlamsız sesler kümesi değildi. Futbolcular tek tek tribüne çağrılırken,kulağımda ise şu an başlık olarak gördüğünüz cümle: "We are the Best, we are the best, we are the best Fenerbahçeeee!" Sanırım bu tezahürat da takımdaki Harald Schumacherler, Fadıl Vokriler, Czeslaw Jacolcewiczler içindi. Onların da kendisini anlamasını istiyordu taraftar.Maç başladığında herkes ayakta, bende boy o zamanlar 1.30 en fazla. Şimdi de selvi boylu değilim ama o zamanlar maçı izleyebilmek için canım babamın beni omuzlarına alması gerekirdi. Tabi eve gidince de kızarmış omuzlarını kremlemek yine bana düşerdi.

Bu imgeler bana Fenerbahçe-Bakırköyspor maçından kalanlar. Maraton zamanları. 90-91 sezonu yanılmıyorsam. Maçı 1-0 almış, mahalledeki arkadaşlara bir hafta boyuncu anlatacağım anılarım çıkmıştı ortaya. Bir de 11 numaralı sarı, omuzları lacivert çizgili "Emlak Bankası" reklamı olan yeni formamı hatırlıyorum sırtımdaki. Ah...

Herkesin ortak paydada buluştuğu bir problem var maalesef tribünlerde. Kendimi "tribüncü" diye nitelemiyorum;ancak görünen köy de kılavuz istemiyor. Blog'umuzun yazarlarından Levin, bir önceki blogta, basketbol maçındaki tabloyu çok güzel aktarmış zaten. Ben de çok önemli bir Trabzon maçı öncesi bu konuya değinmek istiyorum.

Levin'in bahsettiği, "Rakiple aradaki sayı farkı çok azken Pınarbaşı" durumunu ben 2 yıl önce bir Türk Telekom maçında yaşamıştım. Şampiyonluk yarışının artık en kızıştığı dönemde Türk Telekom'la oynarken, sadece 1 sayı öne geçtikten sonra "Pınarbaşı burma burma" diye bağıran bir tribünümüz var. Maçtan hemen önce, nedeni bilinmeyen bir şekilde basına küfreden bir tribünümüz var. Maçın ardından, bana göre çok yaratıcı bir Beşiktaş tribünü bestesi olan, "Gücüne güç katmaya geldik" bestesine, hiç yaratıcı olmayan, sadece küfürden oluşan bir kontra ile karşılık veren, alınan Valencia galibiyetinin tadını çıkarmak yerine alakasız bir şekilde ezeli rakibe küfreden bir tribünümüz var. Tüm branşlarda takımının maçında, takımı coşturmak yerine, hala 1980'lerdeki "Dert ortağım benim, biricik sevgilim" şarkısının beste versiyonunu söyleyen,tribün gruplarına dahil olmayan münferit taraftarları uyutan ve sahadaki adama hiç bir şey katmadığına inandığım arabesk besteler söyleyen bir tribünümüz var.

Bu şartlarda siz hiç bir münferit taraftarımıza: "Neden bize katılmıyorsunuz?" diye soramazsınız. Yaratıcılıktan son derece uzağız. Acı, ama gerçek.

Önümüzde bir Trabzon maçı var. Tribün grupları tribüne büyük bir coşkuyla dönüş yaptılar. Herkes, ama herkes bir zamanların "Maç kazandıran" taraftarını özlemiş durumda.

Naçizhane tavsiyem, futbolcuyu ve stada gelen taraftarları uyutmayacak, yormayacak, coşkulu tezahüratların tribünde yer alması. Herkesin "taraftarlık" olgusuna iştirak etmesini bekliyorsak, insanları zorla değil teşvik ederek, güzel işler ortaya çıkararak, severek entegre olmalarını sağlayabiliriz. Neşe Karaböcek şarkılarıyla değil.

Yıllar önce FB TV soyunma odasından canlı yayın yapıyordu ve bir ara, etrafı çekerken Mateja Kezman'a odaklandı. Kezman'ın arkası dönüktü ve kendi kendine şunu söylüyordu: "Haydi Fener haydi Fener haydi, tam zamanı tam zamanı şimdi!"

Bu basit kuple bile futbolcunun beynine etki edebiliyor demekki.

Az daha unutuyordum. Fotoğrafı da Aykut Kocaman'a ve canım Fenerbahçem'e ithaf ediyorum. Tişörtün üzerinde, Benitez'in İstanbul'daki CL finalinde devre arasında skor 3-0 iken yaptığı konuşmadan bir alıntı var.

Liverpool'dan çok daha fazlası bizde varken, ruhu sahaya yansıtabilmemiz ve pazar akşamı evlerimize güle oynaya dönebilmemiz dileğiyle.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder